1 Ekim 2008 Çarşamba

transfer

Hale Efkan’a yemek hazırlarken parmağını kesti. Efkan Hale’nin acı aşkıydı ve Hale’nin gözünde hiçbir zaman dinmeyen bir acı vericiydi. Her zaman ecza dolabında hazır yara bandı bulundururdu. Kaza anı belli olmazdı. Hale yara bandını parmağına sarmadan önce kendi kanını emdi ve sonra plasteri parmağına sardı. Bu ufak eylem bile Hale’nin kafasını kurcalamaya yetti.

Ne güzeldi ki hayatın kaynağını yani kanını görebiliyordu. Kan hayatın kaynağıydı ama Hale için aşkın da kaynağıydı çünkü o her zaman Efkan için kanamıştı. Tuz da yara bandı görevi görüyordu. Nasıl yara bandı fiziksel yaralarını kapıyorsa, tuz da duygusal yaralarını kapardı. Bu metaforu daima sevdi Hale.

Efkan akşam sekiz buçukta gelecekti Hale’nin dairesine. Saat akşam altı buçuğu gösteriyordu. Mutfaktan tuzluğu aldı ve salonundaki ihtişamla hazırlanmış masanın üzerine koydu. Masa kafasında bıçaklanmış Şeytan figürlü çini porselenlerle süslenmişti. Efkan bu tabaklardan Hale’nin hazırladığı yemekleri yiyecekti.

“Aşk bir iblistir. İblis de aşkın Tanrısı” diye geçirdi içinden. “Ben en çok kanın içine tuz ektiğin zamanki tadı merak ediyordum.”

Yağmurlu ve rüzgarlı pazar sabahı Hale’nin uyuduğu yatağın yanı başında duran pencereyi hızlıca itti ve açtı. Hale’nin uçuşan saçları soğuktan titreyen vücuduyla ani paralellikler gösteriyordu. Üzerinde gözyaşlarının kuruduğu yastıktan kafasını kaldırıp camı kapadığında daha önce onun gözyaşlarını silen hiç kimse olmadığını fark etti. Ne yetenekli sevgilisi Efkan, ne de en yakın arkadaşı Fulya onu gözyaşlarından alıkoymuştu. İkisi de daha çok gözyaşı dökmesine sebep olmaktan başka bir işe yaramamışlardı. Zor da olsa bozuk ve yarı kırık pencereyi kapadı. Pencerenin kırık olmasına aldırış etmiyordu ki, Hale hayatı boyunca kırık şeylerle yaşamıştı.

Çalışma masasının üzerinde duran telefona uzun uzadıya baktı. Günlerdir telefon çalmadığı gibi Hale de hiç kimseyi aramıyordu. Dinlemekten ve öğüt vermekten bıkmıştı çünkü arkadaşları sadece kendi gereksiz sıkıntılarını anlatıyorlar, anlatıyorlar, anlatıyorlar fakat Hale’nin sıkıntılarını dinlemeyi es geçiyorlardı. Ciğerlerini yakan şeyin acı olduğunu çok iyi bildiğinden, acı kelimesini kendi ağzında heceledi: A-CI. Şeytan’ın onun üzerinde oynadığı küçük bir aşk oyunuydu bu ama Hale için fazlasıyla büyüktü.

Aynada kendine baktığında ona bakan yüzün kendi yüzü olmadığını farz ediyordu ancak her bir söylediği kelimenin senkronize bir biçimde aynada tekrarlanması onu çileden çıkarıyordu.

“Ne güzel bir oyun bu. Aynadaki kişi benim. Ama aslında değil. O kim hiç bilmiyorum.” diye geçirdi içinden. “Aşk bir iblistir ama Efkan bir iblis değil. Ondan da üstün.”

Yılların uykusundan uyanmışçasına yüzünü yıkadı. Yüz kere suyu yüzüne vurdu. Hale halen kış uykusundaydı. Uzun ve korkutucu bir aşkın sonunda yattığı fakat arada ayılmasına rağmen aslında halen derinliklerinde olduğu bir uyku.

***

Efkan küçük bir kafede yediği kahvaltısını bitirmişti. Efkan’ın arada bir elinin gittiği kahve Efkan’ın uzunca yağmuru seyretmesinden dolayı sıcaklığını yitirmişti. Garson kız yanına gelip ekstra bir şeyler isteyip istemediğini sordu fakat Efkan onu duymadı bile. Garson kız da anlayış gösterip onu derin düşüncelere daldıran yağmurdan alı koymak istemedi ve başka masalara yöneldi.

Efkan uzun bir soluk aldı ve fısıldadı:

“Ne güzel yağdırıyorsun Tanrım. Demek ki çok kibarsın. Çok teşekkür ederim.”

“Bir şey değil” diye yanıt verdi bir ses.

Efkan kafasını yağmurdan kendi önüne doğru çevirdiğinde Hale’yi karşısında otururken gördü. Yüzünde bir gülümseme belirmesine rağmen kuşkuluydu.

“Ama ben Tanrı’yla konuşuyordum” dedi. “Ama yine de iyi ki geldin”

“Sen aslında hep Tanrı’yla konuştuğunu varsayarsın Efkan ama Tanrı hiçbir zaman senle konuşmadı” diye yanıtladı Hale.

“Buna sen cevap veremezsin. Hem sen yine bir halüsinasyondan ibaretsin” dedi Efkan. “Sen her şeyi zaten hep bu yeteneğine yorarsın” diye atıldı Hale.

“Bu yetenek değil, hastalık Hale” diye yanıtladı Efkan.

Efkan Hale ile konuşup konuşmamak konusunda kararsızdı. Hale’nin bir halüsinasyon olduğunu bildiğinden ve şizofrenisini başkalarının görmesini istemediğinden masadan kalktı. Kasaya gitti ve hesabını ödedi. Arkasına baktığında Hale halen masada oturuyordu. Hale Efkan’a el salladı.

“Aşk bir iblistir Efkan. Ama sen bir iblis değilsin.”

Efkan Hale’nin bu lafına tiksinircesine karşılık verdi ve orta parmağını boş masaya salladı. Bir dış ses ona yaptığının çok kaba olduğunu söylediğinde şizofreni hastası bir adama bu tarz kabalıkların bir şey ifade etmediğini söyledi. Ancak ses ona şizofreninin bir hastalık değil, bir yetenek olduğunu söyledi. Başkalarının göremediklerini kendisinin görme yeteneği. Dış sesin Efkan’a önerisi başkalarının göremediklerini kendi kreasyonlarında kullanmasıydı.

Hale banyoda yüzünü yıkadıktan sonra annesinin ona masada bıraktığı kahvaltı tabağını gördü ancak canı bir lokma bir şey bile yemek istemiyordu. Hemen bir sigara yaktı ve dumanını üflemek yerine yuttu. Farklı bir şeyler yapmak istiyordu.

“Belki de bir kadeh şarap. Efkan’ın ekşi kanının tadı”

Kendine bir kadeh şarap koyup bir yudum aldı. Yüzünü buruşturdu.

“Neden bu kadar tatlı ki ? Acının tadı tatlı değildir.”

Mutfak tezgahında duran tuzu aldı ve bir miktar tuzu kadehinde duran şaraba ekti. Sonra bir yudum aldı. Çözüm getiremedi ve bütün şarabı kafasına dikti.

“İşte buymuş. Acının tadı böyle olmalıymış.” diyerek mutfağın etrafında dört dolanmaya başladı. Dolanırken bir yandan da Efkan’la planladıkları fakat hiçbir zaman gerçekleşememiş taslakları kafasında kurgulamaya başladı. Her fantezi gibi yeşil panjurlu bir ev ve bir sürü çocuk. Birbirlerinin yaralarını kanatarak ve kirli kanın akmasıyla birlikte zamanla iyileşmek.

Hale sadist duygularının esiriydi. Efkan’ı sürünürken görmek istiyordu. Kıskanıyordu Efkan’ı. Efkan ona en büyük zararı imgelemlerini söylemeyerek ve daima kendine saklayarak vermişti. Hale kendi ikilemini oluşturmuştu böylece. Efkan’ın ondan sakladığı bir boyut, bir evren ve o evrene kendisinin dahil olamaması. Ama Efkan’ın de acı çektiğinin de gayet iyi farkındaydı. Efkan halen yetenekli olduğunu değil, hasta olduğunu kabul ediyor fakat imgelemlerinden aldığı hazzın yok olmasını da istemiyordu. Hem Efkan hem de Hale ikilemlerle boğuşmaktan yorgun düşmüşlerdi ve derin uykuya çekilmişlerdi. Hale bir şeyi ölürcesine istiyordu. Efkan’la aynı durumda olmak.

Efkan’ın ehliyeti yoktu. Almaya niyeti yoktu. Hastalık olarak kabul ettiği imgelemleri araba kullanırken onun başına yeterince sorun açabilirdi. Bu yüzden araba kullanmaktan korkan Efkan otobüslerden şikayetçi de değildi.

Yanındaki boş koltuğa yaşlı bir kadın oturmak istedi. Efkan koltuğa baktığında Hale’yi görebiliyordu ancak biliyordu ki Hale aslen orada değil, onun için yemek hazırlıyordu. Bu sefer kaba davranmama kararı aldı ve kayarak kadına yer verdi. Kadının çekik gözleri açılmıştı. Efkan bu tuhaf bakışlara alışkınmış gibi davranmasına karşın hiç de alışık değildi. Hale yavaş yavaş imgelem olarak kaybolurken yaşlı kadının bakışları Efkan’ın sinirlerini ayağa kaldırıyordu.

Efkan bir dakika sonra üzerinde yoğun bir basınç hissetti. Bir anda beliren Hale’nin silüeti önce Efkan’ı oturduğu otobüs koltuğuna doğru itti fakat daha sonra kendine doğru çekti. Çekiş o kadar kuvvetliydi ki Efkan oturduğu koltuktan kalktı. Bu kalkış kendi isteminden çok uzaktı. Efkan asla Hale’nin niçin mesafeli, dargın, sinirli, üzgün ve acı dolu olduğunu daha önce anlayamamıştı. Ancak apaçık Hale’nin silüeti ona yalvarıyordu.

“Sen bunu bana geçirebilirsin. Bunu mümkün kılabilirsin. Aynı boyutta, aynı hayalle ve ilelebet senle… bunu yap Efkan!”

Efkan Hale’nin silüetiyle boğuşuyordu. Onu kendinden uzaklaştırmaya çalışırken, sık sık dengesini kaybediyordu hareket halindeki otobüsün içinde. Nefret ettiği bakılma duygusu artık umurunda değildi. Otobüsün bütün yolcuları Efkan’a bakıyor, ne yaptığına anlam getirmeye çalışıyorlardı. Onu seyreden küçük bir kız irkilip annesine sarıldı.

“Anne, bu adam hayaletle mi boğuşuyor ?”

“Sakın ona bakma. O deli…” diye yanıtladı annesi.

Kızın annesinin getirdiği açıklama bütün otobüste duyuldu. Bir an sonra Hale’nin silüeti kayboldu ve ani bir hareketle Efkan’ı koltuğuna doğru itti. Yeniden oturuyordu Efkan. Kan ter içinde kalmış vaziyette.

Hale’nin evinin hemen yakınlarındaki durakta indi. Onunla birlikte inen başkaları da vardı. Otobüse bakmak hiç istememesine rağmen cama vuran bir ses duydu ve refleks hareketi gibi bakmak durumunda kaldı. Ondan irkilen küçük kız ona el salladı. Efkan ona ancak sıcak bir gülümsemeyle cevap verebildi.

“Demek istediğin buydu Hale ? Bu kadar mı çok hevesliydin ?” diye geçirdi aklından.

Bu bir bulaşıcı hastalık değil, ne de bir virüs. Ama Efkan bu duygusal AIDS’i hangi yolla bulaştıracağını biliyordu. Hale’ye hediye almayı aklından geçirmemişti. Son anda hazırda bir hediyesinin olması onu memnun etti.

“Beni gördüğün anda aklına gelen ilk şeyi söyle” dedi Efkan.

“Aşk bir iblistir ama sen bir iblis değilsin” diye yanıtladı Hale.

“Aşk bir iblisse eğer ben de senin iblisinim” dedi Efkan. İşaret parmağını kapının eşiğine doğrulttu. “Ne görüyorsun ?”

“İblisi…hayır hayır aşkı görüyorum…hem iblisi hem aşkı, seni görüyorum” dedi Hale.

“Evet Hale. O benim işte”

“Artık ben de görüyorum” dedi Hale.

“Kapıya git ve ona sarıl o zaman. Sonra ona ne istediğini söyle.” diye emretti Efkan. Hale kapıya gitti. İblisin hep bir metafor olduğunu sanardı. Baktı ki kapının eşiğinde duran Efkan’dan başkası değil. Yanı başında duran Efkan’a bir kez daha baktı ve sonra kapı eşiğinde duran Efkan’a gitti. Sarıldı ve kulağına ne istediğini fısıldadı:

“Yeşil panjurlu bir ev ve kirli kan akan tuzlu yaralar”

alıntı: Burak Bayülgen

Hiç yorum yok: